10 Temmuz 2009

Bagel, Bagel, Bagel

Merhaba Sevgili Okurlar,
Bugün sahilde kahvaltı edebileceğiniz deniz görmeyen ancak püfür püfür bahçesinde ağaçlarında altında korna sesi ve egzos dumanı olmadan çay keyfi yapabieleceğiniz bir mekandan bahsetmek istiyoruz. Yeniköy’deki Tribeca.
Eminiz birçoğunuz Etiler ya da Nişantaşı’ndaki şubelerinden birine uğramışsınızdır. Yeniköy’deki Tribeca lezzet ve ambiyans anlamında diğerlerinden de çok farklı değil. Sadece Yeniköy gibi güzel bir semtte olması ve servis elemanlarının içtenlik ve çalışkanlığı bu şubeyi diğerlerinden ayıran en büyük özelliklerden.
Burası bagel diyarı. Çeşit çeşit bagelları türlü şekillerde yapıyorlar. Biz o sabah kahvaltı için gitmiştik. Ancak siz günün her saati gidebilirsiniz. Çünkü kahvaltı dışındada çok lezzetli yemekleri var. Nitekim biz de pek kahvaltılık yemedik.

Yukardaki resimde gördüğünüz bagel Philedalphia Cheese Steak aşağıdaki ise Somonlu bagel. Her ikiside coleslaw ve patates kızartması ile geliyor. Ancak Somonluyu seçerken biraz daha sağlıklı olsun diye yanına domates-salatalık söğüş istedik.
Philedalphia Cheese Steak i Amerika’da yiyenler burun kıvırabilir. Fakat ismine takılmazsanız çok lezzetli bir sandeviç yediğinizi fark etmeniz zor olmaz. Et tam kıvamında pişmiş ve sulu. Peynir tamamen eriyerek etle bir olmuş. İçindeki sote sebzeler sandeviçin tadını başka yöne çekmemiş. Malzemeden çalınmamış. Bagelını sarmısak ve soğanlı ısmarladık. Çok iyi uyum sağladı.

Somonlu bagel ise normalde kaparili krem peynir ile servis edilmesine rağmen biz sade krem peynirli istedik. Somon tazeydi ve çoğu yerde olduğu gibi pörsümemişti. Somonlunun bagelını kepekli seçtik. Üzerinde yulaf ve çekirdek taneleri vardı. Her gittiğimizde bu kombinasyonu kesin ısmarlıyoruz. Lezzeti midelere şenlik.
Bu iki bagelın bizi kesmeyeceğini bildiğimizden ortaya çırpılmış yumurta söyledik. Bu arada sadece iki kişi olduğumuzu hatırlatmak isterim. Yumurtanın yanında da bagel servis ediyorlar. Onu da sade istedik. Her nekadar yapımı kolay bir yumurta çeşidi gibi gözüksede aslında kıvamını tutturmak oldukça zor. Ancak Tribeca’da bunu çok iyi beceriyorlar.
Her yemeğin sunumu çok özenli. Öncedende belirttiğimiz gibi servis elemanları müşteri “dinliyor” ve “güler yüzle çalışıyor”. Popüler kafelerin çoğunda artık servis kalitesi kalmadı. Büyükdükçe iş çığrından çıkıyor. Garsonlar müşteriyle aşık atıyor. Ne diye o kadar paralar veriliyor anlamak zor. Ancak burası mütevaziliğinin arkasında çok profesyonel bir ruh taşıyor. Ortalama bir fiyat ödeyip çıkıyorsunuz. Denemenizi tavsiye ederiz.

Riva'da Balık Keyfi


Yine bir balıkçı notumuzla karşınızdayız sevgili okurlar. Kulağa uzak gelse de direksiyondayken o kadar uzak gelmeyen Riva’ya uğradık bu sefer. Eğer Acarkent-Beykoz Konakları önünden geliyorsanız, bu yerlerin önünden 10-15 dakika gibi kısa bir zamanda, kolay bir yolla ulaşabildiğiniz Riva, tipik bir yazlık sahil kasabası havasında. Hemen girişinde ise bizim ziyaret yerimiz bulunuyor: Riva Yelken.

Riva Deresi’nin hemen yanıbaşında bulunan bu balıkçıda oturduğunuz zaman, sade bir yeşillikten oluşan koridorun sonundan Karadeniz’i görüyorsunuz. Yürüseniz, bir kaç adım ilerinizde duruyor koca Karadeniz. Gayet dinlendirici bir manzaraya sahip bu yere eğer akşam uğrarsanız, enfes bir gün batımı da size hediyedir.

Mekana girişte hoşça karşılandıktan sonra dere kenarındaki masamıza kurulduk. Onlarca çeşit meze bulunmamasına rağmen, temel ihtiyacınız olacak mezeler mevcut yine de. Bizim siparişini verdiğimiz köz kırmızı biber, yine közde patlıcan salatası – ki gayet güzel közlenmiş ve limonlanmıştı, deniz börülcesi – çok hoşumuza gitmedi açıkçası vasattı, marine edilmiş uskumru – lezzeti normaldi, süzme yoğurtla yapılmış başarılı bir semizotu salatası, bir adet çoban ve bir adet mevsim yeşilliklerinden oluşan büyük ve güzel salataları bu gruptan sayabiliriz örnek olarak. Bayat ekmeğin kızartılıp getirilmesine alışkınız ancak İstanbul dışında sayılacağımız için, güzel katkısız bir ekmek geldi yanlarına. Bunlar dışında isterseniz soslu ahtapot salatası, kabak çiçeği dolması, acılı ezme ve bir kaç mezenin yanı sıra, kalamar, karides gibi ara sıcak seçenekleri de mevcut.

Bu arada garsonumuzun da tavsiyesiyle bir büyük deniz levreğini de sipariş ettik. Hemen belirtelim; içki içecek olanlar dikkatli olsunlar, açık, temiz bir deniz havası hemen çarpabilir. Bir bütün olarak ızgaraya konulmasını talep ettiğimiz için yavaş yavaş olan levreğimizi beklerken biz de sessizliğin ve doğanın tadını çıkardık. Sonuç kısmına direk atlamakta fayda var, levreğimiz oldukça lezzetliydi, çok güzel pişirilmişti, balığın kendi lezzeti de çok yerindeydi. Kısacası tam not aldı balığımız.

Bu sefer içki ya da ara sıcak söylemedik, tatlı, meyva türü şeyler de almadık. İçkisiz, ara sıcaksız, tatlısız meyvasız bir hesap için adam başı 50TL ödedik. Bunları da alsak çok da artmayacaktı gerçi hesabımız ama genel kriterlerimiz içinde normal ve pahalı seviyeleri arasına sıkışabilecek bir tutardı. Yemek olarak da, genel anlamda lezzetli bir yer diyebiliriz. Son olarak, güneşi batırıp bir çay içip tekrar dönüş yolumuza koyulduk. Bir daha yine gelmek üzere anlaştık kendi kendimize ve çilekeş trafiğimize geri döndük.

15 Haziran 2009

Balıkçı Karşılaştırması: Aleko Vs. Karaköy Balıkçısı


Merhaba Sevgili Okurlar,
Bu aralar yazmayı ihmal etmiş olabiliriz. Ancak karşılaştırmalı bir yazı ile bunu telafi etmek niyetindeyiz.
Karşılaştırma yapacağımız iki balık lokantası. Biri Karaköy esnafı dışında yurtiçi/yurtdışından da çok fazla müdavimi olan ünlü Karaköy Balıkçısı, diğeri ise Yeniköy’de evlerin arasına sıkışmış eski bir Rum meyhanesi olan Aleko’nun Yeri DenizPark Restoran.

Karaköy Balıkçısı ile başlayalım. İki tane Karaköy Balıkçısı var. Bir tanesi esnaf lokantası olan, en geç akşam dört gibi kapanan, daha çok çevre çalışnanının gittiği bir balık lokantası. Fakat biz o gün ona değil, onun yan binasının en üst katındaki “restaurant”ına gittik. Adımınızı atar atmaz inanılmaz bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Manzarası bile doyurabilecek nitelikte. Nu Terasmış, 360mış, Voguemuş, Sunsetmiş. Hepsi tarihe karışırlar bu manzara karşısında. Aşağıdaki esnaf lokantasının aksine burası özenle döşenmiş. Fakat daha yeni açıldığından olsa gerek hala duvardaki lambaların elektrik kabloları sarkıyordu. Bunu belirtmemizin bir sebebi var. Merak etmeyin!
Gelelim asıl mevzumuza: lezzet. Ne güzel sözler söylenmiş Karaköy Balıkçısının yemekleri üzerine, özellikle balık çorbası ve kağıtta levreğine. O akşam hava sıcak olduğundan çorba almadık. Gittiğinizde kafanızda geniş bir meze skalası olması. Aksi halde sükut-u hayale uğrarsınız. Ama önemli değil. Az olsun öz olsun! Garsondan kadeh şarap ne verdiklerini sorduk. Şu an ismini dahi hatırlamadığım onuncu sınıf bir şarap veriyorlardı, hem beyaz hem kırmızı için. Angora ya da Yakut bile değildi. Üzerinde çok durmadık. Meze olarak servis ettikleri lakerda, karides söğüş, patlıcan salatası ve levrek marinden lakerda dışındaki tüm mezeleri aldık. Ara sıcak olarak kalamar tava ısmarladık. Salatasız olur mu? Çok salata yiyen insanlar olarak salatayı büyük boy istedik. “Yapamayız. Standart” dediler. “E, kalabalık grup geldiğinde ne yapıyorsunuz?” diye sorduk. “Yapamayız. Standart” dediler. Çok üzerinde durmadık. Patlıcan salatası ve karides masaya geldi. İki kişiye yeter boyutta olmamasına karşın fazla dert etmedik. Balık daha önemliydi. Patlıcan salatası kıvamında ve pürüzsüzdü. Karides vasat, her yerde yenilebilecek tattaydı. Diğer mezeleri beklemeye koyulduk. Garsonumuzu bir iki kez çevirdik. Geçiştirdi. Sonunda ısrarcı olmak zorunda kaldık. O da getirmek zorunda kaldı ve ekledi “Önce patlıcan salatasını ve karidesi bitirmelisiniz. Sonra levrek marininiz gelecek. Sirkeli olduğu için ağzınızın asit dengesini bozar ve diğer mezelerin tadını alamazsınız. Levrek marin bittikten sonra kalamar tavanız gelecek. En sonunda da salata ile balığınız.” Şöyle bir etrafımıza baktık. Acaba Michelin yıldızlı bir restoranda mıyız diye. Yooo! Belki loş ışık, beyaz örtülü masa ve şarap kadehiyle “üst seviye” bir restoran havasında gözükebilir. Fakat özenti ambiyansı, zorlamacı tavırları, kötü şarap listesi ve vasat yemekleriyle müşterilerini böyle yönlendirmeye hakları olduğunu düşünmüyoruz. Levrek marin gereksiz sirkeliydi. Masanın en kötü mezesiydi. Bitiremedik. O yüzden garsonumuz da kalamar tavayı getiremedi. Israr ettik. Önce levrek marini bitirin diye uyardı. İşte bu sefer” biraz” üzerinde durduk ve kalamar tavayı, kağıtta levrekleri, salatayı bir getirmesini söyledik. Sonunda adamcağız dayanamadı ve yavaşça yanımıza sokularak “Özür dilerim, ama bizim patronun çok sıkı emri var. Bu şekilde servis yapmazsam işten atar beni. Şu an benim size kalamar tavayı getirdiğimi duysa ya da görse...” Hatanın serviste olmadığını görünce içimize su serpildi. Ancak “patronun” böyle ısrarcı ve müşteriyi zorlayıcı bir felsefede olmasına anlam veremedik. Neyse sonunda herşey masadaydı. Kağıtta levrek avuç içi kadar bile değildi. Yağlı kağıdın içine doldurmuşlar domatesi, biberi kabarık kocaman duruyor. Tadı güzeldi. Ama gelip yemeğe değmez. Siz siz olun görünüşe aldanmayın. Burası hakkında duyduğunuzu , okuduğunuzu bir kez daha düşünün. Çünkü bizim için Karaköy Balıkçısı çok büyük bir hayal kırıklığı oldu. Üstüne bir de adam başı yaklaşık 80TL verince içimiz kinle doldu. Bu paranın içerisinde: 1 duble rakı, 1 soda, 2 salata, 2 kağıtta levrek, 1 karides söğüş, 1 levrek marin, 1 kalamar tava.
Bu akşamın özeti: Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu.

Aleko'nun Yeri:
Diğer balıkçımız ise şans eseri yeni bir yerlere gidelim derken bulduğumuz Aleko’nun Yeri. Manzara olarak Karaköy Balıkçısı kadar iddialı olmasada Yeniköy’ün suları üzerinde oturmuş gelen geçen yolcu teknelerini, vapurları çok yakından izleyebiliryorsunuz, hatta cam kenarındaysanız eğer, elinizi suya değdirebilecek kadar boğazla içiçesiniz ve bir de üstüne camları da açık olunca püfür püfür boğaz havasını içinize çekiyorsunuz. Çok aydınlık yüksek tavanlı bir yer. Eski Rum meyhanesini restore etmişler. Güler yüzlü, halden anlayan, kendi kendine muhakeme yapabilen garsonları var. Ne patron zorlamasi, ne bilgisizlik, ne tecrubesizlik, hic biri bu garsonlarda yok. Servise ve yardima son derece hazirlar. İlk defa gitmemize ragmen, neyin tavsiye olup olunamayacagini zahmetsizce ve durustce ogrendik garsonumuzdan. Fix menu yok, herşey serbest! Közde patlıcan salatası, deniz börülcesi ve ahtapot salatasını başlangıç-meze olarak istedik. Sırasıyla; patlıcan gayet iyi ayarlanmıştı, limona bulanmamış, saçma sapan mayonez-yoğurt gibi katkılardan uzak tutulmuş, layığıyla bir salataydı, közün kokusunu neredeyse alabiliyordunuz. Deniz börülcesi normaldi, ahtapot salatası ise zeytinyağlı ve güzeldi, kıvamı iyiydi yumuşaktı. Sonrasında, ara sıcak olarak ızgara kalamar geldi, tereyağında ve acı sosla yapılmış kalamar nefisti. Her damağa hitap etmeyebilir ancak kalamar ve acı severlerin gözü kapalı hoşuna gidecek bir lezzet bırakıyordu damakta. Bu arada salata da istedik tabii ki ancak bu noktada özellikle değinmemiz gereken bir detay var ki takdiri fazlasıyla hakediyor. Yukardaki “salata” ve “porsiyon” tecrubemizin aksine, salatayı büyük isteyince bizi “pişman olacaksınız” şeklinde uyardılar ve gelen salata iki kişiye gelmiş olmasına rağmen dört kişilikti resmen. Yani ne kural, ne sınır, ne de zorlama var burda, sofra %100 sizin isteğinize göre şekilleniyor. Abartmak gerekirse, “üç buçuk kişilik salata” istesek onu dahi ayarlayıp hazırlayacaklar. Ara sıcağımızın gelmesiyle birlikte balığımızı da pişmesi için ait olduğu sıcak yuvaya, ızgaranın üstüne yollattık. Güzel bir deniz çipurasıydı, iki kişilik, gerçekten hoşumuza gitmişti, dışı çıtır çıtır (dışını yiyenler için), içi löp et, ama eti kurumamış, kararında yağlıydı. Tüm yemeğimiz boyunca bize bir duble rakı, soda, su (aslında saymak yersiz ama, adettendir), türk kahvesi, çay gibi hoş eşlikçiler refakat etti. Kah boğazı izlerken gözü ve zihni demlendiren, kah sohbetleri ısıtan ve de yemeğin bitişiyle mideleri demlendiren, bildiğimiz fakat yemeğe karakter katan sıvılar...
Sadede gelirsek, ödediğimiz hesap kişi başı bahşiş dahil 70TL tutarındaydı. Boğazın serin sularının neredeyse “içinde” yediğimiz bir yemek olduğunu varsayıp, yediklerimizi, konumunu ve genel piyasayı göz önünde bulundurursak (hele ki yukarıdaki piyasayı), bu yemek için normal sayılabilecek bir tutardı. Aldığımız servisin de çok iyi oluşunu listemize eklemekte fayda var. Tutuklu değil de, ilgiyi ve iyi yemeği hakeden bir müşteri olduğunuzu hatırlatan bir balıkçı, tekrar gitmekle ödüllendirilebilecek bir yer. Karaköy semtine yolunuz ille de düşecekse, baklava, döner, ev yemekleri, sakatat gibi mamüllerin bilindik mekanlarından şaşmamanız şiddetle önerilir, ama ille Karaköy ve ille balıksa tercihiniz, civarda serbestçe ve ucuza güzel balik-ekmek yeme şansınız oldugunu unutmayin!!

Not:Resim Karaköy Balıkçısı'nın web sitesinden alınmıştır. Her iki deneyimimizde fotoğraf makinası unuttuğumuzdan fotoğraf koyamadık. Hayal gücünüze sığınıyoruz.

5 Mayıs 2009

İncirliev

Sevgili Okurlar,
Bugün sizlere üç günlük Çeşme-Alaçatı gezimizde kaldığımız olağanüstü otelden bahsetmek istiyoruz. Aslında otel dediğimize bakmayın. İsminden de tahmin edeceğiniz üzere İncirliev restore edilmiş bir Rum evi. Kendimizi müşteri gibi değil sanki İncirliev’in sahipleri Osman ve Sabahat Poshor’un misafirleriymiş gibi hissettik. Öyle bir içtenlikle karşıladılar ki bizi sanırsınız 40 senedir tanışıyorduk. Öyle bir his ki bizde bıraktıkları: evde tatilci değil, evin bir parçasıydık. İçeri adımımızı atar atmaz Osman ve Sabahat Poshor çifitinin evin dört bir köşesine yayılan pozitif enerjisiyle içimiz doldu taştı.
Buraya İncirliev ismini vermelerinin sebebi yemyeşil bahçesinin ortasında heybetli duran incir ağacı. Ev onun etrafında onun yüksekliğince. Onun kadar canlı. Evin hikayesini isterseniz internet sayfasından okuyabilirsiniz. Bu eski Rum evinin Poshor ailesinin elinde hayat bulması gibi biz de İncirliev’de bambaşka bir hayat bulduk. Huzurlu, sakin, içten ve yaşam dolu.
Konforun baki olduğu sekiz tane irili ufaklı odaları var. Biz İncirlioda Üç’te kaldık. Giriş katında bol güneş alan bir oda. Her sabah eski tahta kapaklardan odaya sızan günışığıyla, yüzümüzde kocaman bir tebessümle uyandık. Daha çok uyanamadık. Sabahın köründe kalkmak zorunda değildik. Kahvaltı 12’ye kadar sürüyordu. Zaten Sabahat Hanım bir anne sıcaklığında geç bile kalsak bizi aç bırakmayacağı söylüyordu. Odadan insanların bahçede neşe içinde kahvaltı ettiğini duyabiliyorduk. Kahvaltıyı mutfaklarında açıkbüfe olarak servis ediyorlar. Herşey taptaze. Reçeller, peynirler, domates, salatalıklar, ekmekler... İnsanı kendinden geçiren bir manzara. Ege’ye özgü zeytinler ve zeytinyağı birinci sınıf kalite. Reçeller has malzemesiyle katkısız ev yapımı, daha doğrusu “Poshor” yapımı. Biz, limon, limon-mandalina, ahududu reçellerini cevizli-tarçınlı, haşhaşlı, sade ekmekler ve gevrek üzerinde denedik. Sonuç her birinde ayrı güzellikteydi. Sabahları evde çalışan bayanın hazırladığı spesiyaller kahvaltının doruk noktalarındandı.
Üç günlük seyahatimizde bizim payımıza ıspanak ve lorlu börekle, lorlu pancake düştü. Hepsi birbirinden lezizdi. Kahvaltının sonunda, şanslıysanız, Osman Bey’in Yunanlı konuklarıyla Yunanlılara taş çıkartırcasına sirtaki oynamasına tanık olabilirsiniz.
Fiyatlandırma üç sezona bölünmüş. Biz Mayıs ayı için oda-kahvaltı 200TL ödedik. Pahalı olduğunu düşünüyoranız yanıldığınızı söylemek isteriz. Bu kalitede bir mekan, rahatınız için herşeyi yapan samimi ev sahipleri ve yeşilliklerin içerisinde huzur dolu bir ortam için verdiğimiz miktara değdiğini gönül rahatlıyla söyleyebiliriz. İncirliev’de kalmasanız bile misafirliğe gidin. Bahçede Poshorlar’ın bir çayını için. Evin hikayesini ilk ağızdan dinleyin. Şanslıysanız Sabahat Hanım’ın fırından yeni çıkmış mis gibi kokan böreklerinden yahut halis zeytinyağıyla yapılmış baklasından, enginarından, fasulyesinden deneyebilirsiniz.
Üç günlük de olsa şehirden kaçıp Çeşme-Alaçatı’da saklı kalmış bir evde tüm dertlerimizi unuttuk gitti. Birbirimize daha yakınlaştık. Baharın renklerini bu sefer kaçırmadık.

www.incirliev.com

28 Nisan 2009

Steak101 - Günaydın Steak House


Bir Cumartesi yemeğini, son zamanlarda artan et hevesiyle, Günaydın’ın İstinye Park’taki Steak House’unda yedik. “Dükkan”'a yaptığımız ziyaretten sonra asosyetik bir "steak house" deneyimi yaşayabilir miyiz umuduyla kalkıştık bu işe.
Peşinen söyleyelim, sonuç çok tatmin edici. Hızlı servis, iyi yönlendirme, olaya hakim garsonlar ve leziz mi leziz etler. Yeni moda, paylaşımlı masalar burada da mevcut. Bir alışveriş merkezinin “Pazar yerinde” bulunduğunuz için gürültüden kaçamıyorsunuz, yani sessiz sakin oturalım derseniz, ancak iç taraftaki masalarda yer bulabilirseniz mümkün olabilir. Kaldı ki gürültü buraya da yansıyor. Yer gösteriminden kalkmamıza kadar geçen süreçte her daim yardıma hazır garsonlar görmek çok rahatlatıcıydı. Elinizi yanlışlıkla kaldırmanız bile başınızda bir garsonun bitivermesiyle sonuçlanıyor.

Et olarak T-bone steak ve Fillet Mignon sipariş ettik, yanında birer kadeh sıradan bir yerli kırmızı şarap, sıradan bir "akdeniz yeşillikleri" salatası ve tabii ki masanın standart donanımında yer alan zeytinyağlı zeytin-ekmek ikilisi.
Etlerden önce isterseniz her masada bulununan soğanlı ve sade foccacio’lar ya da sipariş üzerine getirdikleri yuvarlak sade/tahıllı ekmeklerle etraftaki güzel kokuları biraz olsun bastırabilirsiniz. Gerçi foccacio’lar beklemekten biraz sertleşmişti. Ancak olsun. Çünkü odak noktamız; et. Etler tam sipariş ettiğimiz kıvamda geldi. Yanlarında ızgara sebze, patates, soğan ve hardal bulunuyordu. Etlerin çok iyi pişirildiği lezzetine yansımıştı. Bunu eti kestiğimizde tabağın kan gölüne dönmemesi ve tüm soslar birbirine karışmamasından anlıyabiliyorduk.
Ne yazık ki Günaydın Steakhouse ambiyans konusunda çok zayıf. Pazar yerinin ortasında domatesler, salatıklar, elmaların ortasında yemek yiyorsunuz. Mekan çok uzun muhabbeti kaldıramacağından yiyip kalkmak en doğrusu. Bazen kıstasınız sadece yemek olabiliyor. Cok hızlı ve eksiksiz servisle en zor pişecek eti bile çabucak yiyip kalkabilirsiniz. Fiyatlar abartılı değil; isminin yanına "Steak House" ya da "Günaydın The Butcher Shop" gibi ibareler eklemiş bir yer için normal sayılabilir. Başka yerde daha ucuza yemek tabii ki mümkün ama koşullar ve etin kalitesi biraz daha değişecektir hiç şüphesiz. Masadan mutlu bir şekilde kalkmak üzereyken yanımızda oturan bir müşteriye gelen Cafe de Paris bonfile bir anda burnumuzu çeldi. Her ne kadar yemesek de, kokusundan"Cafe de Paris" isimli mekanda sunulan aynı cins etten çok daha güzel olduğu izlenimine kapıldık. Başka bir sefer onu deneriz.
Yazıyı bitirmeden önce bir anektod paylaşmak istiyoruz. Geçenlerde ziyaret ettiğimiz, son dönemin popüler mekanlarından"Dükkan"'ın ne kadar abartıldığını Günaydın’a gittikten sonra bir kez daha anladık. Gerek internetteki gerek gazetelerdeki yazılardan ve yorumlardan, buranın gerçek bir "steak house" ve et ustası bir yer olduğu izlenimine kapılmıştık. Yaşayacağımız tecrübeyi ise iple çekiyorduk. Ne yediğimiz “dry-aged” etler, ne de sunulan servis bizi tatmin etti. Üstüne anormal bir rakamda hesap ödemek sinirlerimizi bozdu. Yer itibarıyla da Armutlu’nun sapa bir yerinde bulununan Dükkan’a arabayla gidecekseniz bir kez daha düşünün. Arabanızı emanet ettiğiniz yer Allah katı. Kapıda gördüğümüz "Hoşgeldin" tavrı içler acısı. Servis vasatın altı ve küstah. Tüm iddiaya sahip etleri iddiasız. Düşünün ki bir Cumartesi akşamı ekmek kalmadığı için masaya hamburger ekmeği getiriyorlar, hatta limon olmadığı söyleniyor. Tüm masalar paylaşımlı. Bombayı yemeğin sonuna saklamışlar. Tüm bu eksilere rağmen oldukça kabarık bir hesap. Hiç şüpheniz olmasın ki iddialı oldukları tüm etleri, sıradan kasap ya da şarküteri tarzı yerlerden daha kaliteli ve daha ucuza temin edebilirsiniz. Üzgünüz ki ne “elli yıl bekletilmiş etleri” özel, ne "sadece oraya özel" giriş yemekleri. Kendiniz bunları temin ederseniz, belki eviniz, hatta bahçeniz konforu içinde yiyip üstüne keyfi de size kalır tamamen. Artık herşey moda olduğu için yapılıyor ve bu mekan da moda olduğu için kazanmaya devam ediyor. Yaşadığımız olumsuzlukları saysak buraya bir liste çıkar. Sonuç itibarıyla ne Günaydın'daki ne de Dükkan'daki tüm mamülleri tattık; ama kendimizi bir karşılaştırmaya sokmadan rahat duramıyoruz. Bunca şan-şöhretine rağmen, oyumuz ve takdirimiz Dükkan yerine Günaydın'a gidiyor. Gerçek lezzete hakkı teslim edilmeli.

22 Nisan 2009

Etin G-8’i: Güler Ocakbaşı


Günümüzde artık fabrikasyona dönmüş anlayışın hala görece bakir sayılabilecek mekanıdır Güler Ocakbaşı. Izgara kokmak isterseniz de yer var, yok efendi gibi oturmak isterseniz de yer mevcut. Ocakbaşında yer yok diye hayıflanmanın alemi hiç yoktur, kader deyip masaya oturmak gerekliliktendir. İki türlü de keyif tavanda olacaktır.
Elmadağ, Babil Sokak'ta (Notre Dame de Sion Lisesi'ni sağınıza alınca, okuldan sonra sağdaki ilk sokaktır) gizlenmiş bulunan bu cennet mekana girmemizle başladı herşey. Akşam saati etrafın pek tekin olmayan görüntüsüne aldanmayınız, çıkınca o sokaklar size Viyana sokakları gibi gözükebilir. Kapıdan girince oldukça yüksek bir muhabbet "uğultusuyla" karşılaştık. Yemek ilerledikçe anladık ki, içki-et kombinasyonunun zevkine burada kendini kaptırmayacak insan sayısı az, bu "uğultu" formunu aşmış gürültü de normal. Kapıdan girip tam karşıya baktığımızda meşhur ocakbaşımızı ve etrafında oturmuş insanları gördük. Hiç vakit kaybetmeden, rezervasyon yaptırdığımız masaya buyur edildik ve gayet hoş bir tavırla karşılandık.
Açlığın ve güzel kokuların bizde pompalamış olduğu adrenalinle, güler yüzlü garsonumuzun yönlendirmesi sonucu kendimizi meze dolabının soğuk vitrini önünde bulduk. Bir yandan arka planda çalışan azimli ve işinin ehli ustaları izleyip bir yandan da başlangıçlarımızı seçtik. Bunları mesela köz patlıcan, klasik karışık salata, gavurdağ salata, zeytinyağlı yaprak sarma, kaşarlı mantar, yoğurt/sarımsak/kabak/cevizin müthiş uyumundan doğan meze olarak sıralayabiliriz.

Sorgusuz sualsiz önümüze gelen lavaşları ve fındık olmasına karşın ete fazlasıyla doymuş lahmacunları da eklersek iyi olur. Üstüne basa basa; "gavurdağ" budur, burda yediğinize denir. Ne ezme, ne söğüş, yani gavurdağ yapmışlardı ciddi ciddi. Nar ekşili ve içindekileri ezmeden yapmışlar ve en önemlisi sabahtan yapılıp gecenin sonuna kadar soğuk bir kap içinde bekletilmemiş bir gavurdağ bu!
Etinizi bir an önce söyleyin deriz, çünkü ocakbaşında yoğunluktan ötürü sıra bekleyebilir etleriniz. Bunu henüz tecrübe etmemiş olmanın verdiği toylukla, "aperatif" olacak etimizi söyledik ilk sırada. Çöp şiş ve kuzu şişten oluşan klasik şiş ikilisini dahi epey bekledik ama beklendiğine değdi kesinlikle. Acımasızca, "bir et bir yağ" prensibine dayalı olarak şişe geçirilmiş etleri, sımsıcak ve ipince gelen lavaşların içine koyduktan sonra sumak marineli soğanları ve acı yeşil biberleri de ekledik ve dedik ki ... . Yok aslında bir şey diyemedik, çünkü bu süper tat resmen açlığımızı ateşledi ve acilen "ana" etlerimizi sipariş ettik. Tam sipariş etmek istediğimiz anda ana etlerin çoktan ızgaranın üstüne koyulduğunu öğrendik. İlk gelenler için, sormadan karışık bir tabak hazırlıyorlar, tüm etlerini içeren; ama biz tutturduk ille de kendi isteğimiz olacak diye. Nitekim isteklerimiz gecikmeye uğradı böyle olunca. Bu bekleyiş esnasında, gönlümüz razı olmasa da sıcak lavaşlar mideye inmeye devam etti. Cumartesi akşamı olmasından dolayı mekanda boş masa olmaması çok doğaldı, beklemek de kaçınılmazdı. Siz de sakın rezervasyonsuz gitmeyiniz.
Vicdansız Güler Ocakbaşı! Her ne kadar ilk aşamada bu vicdansızlığı farkedemesek de, ilk bir iki lokmayla herşey aydınlandı. Gelen tabakta tam sipariş ettiğimiz gibi; böbrek - kaburga - pirzola triosu vardı. Böbrekler tat ve kıvam olarak hak ettiği konumdaydı. Ancak pirzola ve kaburgaya özel bir sayfa açmak gerekir ki burada yerimiz yok. Gelen pirzolanın yetmeyeceğinin anlaşılması çok kısa sürdü ve çabucak yeni porsiyonun ızgaraya konması için salık verildi tarafımızca. Pirzolalar sanki üstünde yıllarca uğraşılmış gibiydi. Bir tane yemek adeta işkence olurdu, rakı şişesinden bir yudum alıp kalanını çöpe fırlatmak ve tüm gece masada oturmak kadar keyifsiz olurdu, kursakta kalırdı. Bundandır ki ikinci porsiyon söylendi. Kıvam enfes, tat tarifsiz, koku benzersiz... Kaburgalar ise hunharca hazırlanmıştı. Kaç tane olduğunu dahi saymadığımız kaburgaları yemeğe başladıktan sonra, 4. kaburgada zaten zirveye ulaşıldı, haz çoktan alındı. G-8 değil, etin zirvesi yaşandı. Genelde kemiğin etrafında 0.0001mm kalınlığında et ve yağ görmeye alıştığımız diğer modern kebapçı bozmalarının aksine, ete ve yağa kolayca doyduk. Kalan kaburgalar yenmese bile olurdu ama günahtır diyerek "gönülsüzce" bitirdik işte. Hem pirzolayı hem kaburgayı yerken, elimize aldığımız her parçada yeniden bir zevk aldık, yeniden bir tören gibi yedik, tekrar tekrar, kutlaya kutlaya. Toparlamak gerekirse; etlerin hepsi ayrı ayrı kendi sınıfının birincileriydi. Eğer isterseniz bizim tatmadığımız diğer kebap çeşitleri de mevcut; adana-urfa-fıstıklı-sebzeli-tavuklu gibi. Hatta kaşarlı kebaplarını çok methettiler ancak başka sefer yemek üzere anlaşıldı. Yani daha denenecek çok lezzet var, hem meze olarak hem et olarak.
Büyük keyifle yudumlanan rakılar, ayranlar, hatta yemeğin sonunda kola derken ve yemeğimiz çok güzeldi diye düşünürken, filmin son sahnesini atladığımızı anladık. Başımızda biten garsonun yoğun ısrarları sonucu, çocuğun önüne mama konur gibi bir anda önümüzde fırın helva ve atom bulduk.
Atom = muz, bal, fındık, kaymak karışımı! Fırın helva ise balıkçı klasiği olmasına rağmen emin olun hiç bir balık restoranı bunu böylesine güzel yapamıyor, ders niteliğinde adeta! Ne limona bulanmış ne helvası kalitesiz, %100 olması gereken fırın helva, kaynar halde. Ağza alındıktan kısa süre sonra ciklet etkisi yaratan madde; "fırın helva". Mutlaka deneyiniz.
Sanırız yemek bitti, biz de bittik. Yemek boyu süren ilgili ve güleryüzlü garson ve işletmecilerinin desteğiyle daha da keyifli bir yemek yedik. Ödenen hesap için ucuz diyemeyiz ama bugünün standartlarında normal ve eğer bizimle aynı keyfi alırsanız, aslında bu keyfin karşılığının altında bir rakam olduğu kanısına varabilirsiniz. Günümüzün altın kuralı bir daha kendini gösteriyor; "salaş her zaman işler".

20 Nisan 2009

İznik'te İmren Köfte


Merhaba Sevgili Okurlar,
Bugün size İstanbul’dan değil İznik’ten bir mekan Köfteci Yusuf-İmren Köfteci. İmren Köfte adında İznik içerisinde ve İznik yolunda birçok mekan var. Bunlar bahsettiğimiz köftecinin şubeleri değil. Aklınızda bulunsun: Köfteci Yusuf’un yalnızca iki şubesi var. Biri İznik merkezinde, Aya Sofya’nın çaprazındaki şube. Diğeriyse Orhangazi’den İznik’e girişte yeni açılan şube. Kısacası taklitlerinden sakının. Biz İznik merkezdekinde yemek yedik. Siz biliyor musunuz bilmiyoruz, zira biz gidene kadar bilmiyorduk. Ancak İznik’e has İmren Köfte diye bir köfte çeşidi var. Meğer o yüzden yol üzerinde o kadar çok İznik İmren Köftecisi diye yer varmış. Akıl akıl ... :)
Bizim bahsedeceğimiz restoran İznik’in en ünlü restoranlarından. Hem İznik halkının, hem de gelen yerli yabancı turistlerin uğrak yeri. İçerisi ferah. İki katlı. Yukarda terası var. Nasıl oturmak isterseniz. Size kalmış. Giriş katında bir de kasapları var. Etlerden memnun kalanlar burdan satın alabiliyorlar. Bir taşla iki kuş. Zaten “Kiloyla Köfte” logosunu girişe koymuşlar.Sipariş verirken de aynı ibareyi kullanabiliyorsunuz. Mesela büyük bir grup gittiniz, ortaya bir kilo köfte söyleyin ve koca bir tabak dolusu köfte gelsin. Mis kokulu suslu köftelerle bakın keyfinize.
Menüde sadece köfte değil, biftek, antrikot, pirzola, sucuk gibi et çeşitleri var. Ayrıca salata, piyaz, yoğurt, cacık gibi yan ürünler de mevcut. Gittiğimizde tatlı olarak çok methettikleri bol kaymaklı ekmek kadayıfı ve şekerpare vardı.
Biz, köfte, salata, ve yoğurt aldık. Köfte az baharatlı ve suluydu. Her çatal darbesinde içindeki yağ tabağa yayılıp ekmek banılmayı bekliyordu. Restorandaki ekmek de öyle hafife alınacak cinsten değil. Hem taze hem kızarmış getirdikleri Vakfıkebir ekmekleri. Ortaya gelen zeytinyağı içinde acı biber salçasına batırıp batırıp yediğimiz ekmek ziyafeti neyse ki köftelerin gelmesiyle son buldu. Köfteci Yusuf’un ekmekleri konusunda dikkatli olmakta yarar var. Bir anda tıkanmak olası. Yoğurt tepsi yoğurduna benziyordu. Yoğun, kaymaklı ve oldukça lezzetliydi. Salata ise küçük bir tabakta karışık bol soğan ve zeytinyağlı geliyor. Köfteyle çok güzel uyum sağladı. Ekmeği fazla kaçırdığımızdan tatlı yemedik. Ama ekmek kadayıfı akıl çeliyordu. Ödediğimiz hesap İstanbul’la karşılaştırılır cinsten bile değil. O kadar yedik, içtik (köfte, yoğurt, salata, iki kola) ve 12 lira verdik. İstanbul’a şube açacakları söylentileri etrafta dolaşıyordu. Eğer açarlarsa bu fiyat ve kalitede olur mu bilinmez? Köfteci Yusuf hakkındaki düşüncelerimiz İznik Merkezindeki şubesi için geçerlidir. Sorumluluk kabul edilmez. :)