22 Nisan 2009

Etin G-8’i: Güler Ocakbaşı


Günümüzde artık fabrikasyona dönmüş anlayışın hala görece bakir sayılabilecek mekanıdır Güler Ocakbaşı. Izgara kokmak isterseniz de yer var, yok efendi gibi oturmak isterseniz de yer mevcut. Ocakbaşında yer yok diye hayıflanmanın alemi hiç yoktur, kader deyip masaya oturmak gerekliliktendir. İki türlü de keyif tavanda olacaktır.
Elmadağ, Babil Sokak'ta (Notre Dame de Sion Lisesi'ni sağınıza alınca, okuldan sonra sağdaki ilk sokaktır) gizlenmiş bulunan bu cennet mekana girmemizle başladı herşey. Akşam saati etrafın pek tekin olmayan görüntüsüne aldanmayınız, çıkınca o sokaklar size Viyana sokakları gibi gözükebilir. Kapıdan girince oldukça yüksek bir muhabbet "uğultusuyla" karşılaştık. Yemek ilerledikçe anladık ki, içki-et kombinasyonunun zevkine burada kendini kaptırmayacak insan sayısı az, bu "uğultu" formunu aşmış gürültü de normal. Kapıdan girip tam karşıya baktığımızda meşhur ocakbaşımızı ve etrafında oturmuş insanları gördük. Hiç vakit kaybetmeden, rezervasyon yaptırdığımız masaya buyur edildik ve gayet hoş bir tavırla karşılandık.
Açlığın ve güzel kokuların bizde pompalamış olduğu adrenalinle, güler yüzlü garsonumuzun yönlendirmesi sonucu kendimizi meze dolabının soğuk vitrini önünde bulduk. Bir yandan arka planda çalışan azimli ve işinin ehli ustaları izleyip bir yandan da başlangıçlarımızı seçtik. Bunları mesela köz patlıcan, klasik karışık salata, gavurdağ salata, zeytinyağlı yaprak sarma, kaşarlı mantar, yoğurt/sarımsak/kabak/cevizin müthiş uyumundan doğan meze olarak sıralayabiliriz.

Sorgusuz sualsiz önümüze gelen lavaşları ve fındık olmasına karşın ete fazlasıyla doymuş lahmacunları da eklersek iyi olur. Üstüne basa basa; "gavurdağ" budur, burda yediğinize denir. Ne ezme, ne söğüş, yani gavurdağ yapmışlardı ciddi ciddi. Nar ekşili ve içindekileri ezmeden yapmışlar ve en önemlisi sabahtan yapılıp gecenin sonuna kadar soğuk bir kap içinde bekletilmemiş bir gavurdağ bu!
Etinizi bir an önce söyleyin deriz, çünkü ocakbaşında yoğunluktan ötürü sıra bekleyebilir etleriniz. Bunu henüz tecrübe etmemiş olmanın verdiği toylukla, "aperatif" olacak etimizi söyledik ilk sırada. Çöp şiş ve kuzu şişten oluşan klasik şiş ikilisini dahi epey bekledik ama beklendiğine değdi kesinlikle. Acımasızca, "bir et bir yağ" prensibine dayalı olarak şişe geçirilmiş etleri, sımsıcak ve ipince gelen lavaşların içine koyduktan sonra sumak marineli soğanları ve acı yeşil biberleri de ekledik ve dedik ki ... . Yok aslında bir şey diyemedik, çünkü bu süper tat resmen açlığımızı ateşledi ve acilen "ana" etlerimizi sipariş ettik. Tam sipariş etmek istediğimiz anda ana etlerin çoktan ızgaranın üstüne koyulduğunu öğrendik. İlk gelenler için, sormadan karışık bir tabak hazırlıyorlar, tüm etlerini içeren; ama biz tutturduk ille de kendi isteğimiz olacak diye. Nitekim isteklerimiz gecikmeye uğradı böyle olunca. Bu bekleyiş esnasında, gönlümüz razı olmasa da sıcak lavaşlar mideye inmeye devam etti. Cumartesi akşamı olmasından dolayı mekanda boş masa olmaması çok doğaldı, beklemek de kaçınılmazdı. Siz de sakın rezervasyonsuz gitmeyiniz.
Vicdansız Güler Ocakbaşı! Her ne kadar ilk aşamada bu vicdansızlığı farkedemesek de, ilk bir iki lokmayla herşey aydınlandı. Gelen tabakta tam sipariş ettiğimiz gibi; böbrek - kaburga - pirzola triosu vardı. Böbrekler tat ve kıvam olarak hak ettiği konumdaydı. Ancak pirzola ve kaburgaya özel bir sayfa açmak gerekir ki burada yerimiz yok. Gelen pirzolanın yetmeyeceğinin anlaşılması çok kısa sürdü ve çabucak yeni porsiyonun ızgaraya konması için salık verildi tarafımızca. Pirzolalar sanki üstünde yıllarca uğraşılmış gibiydi. Bir tane yemek adeta işkence olurdu, rakı şişesinden bir yudum alıp kalanını çöpe fırlatmak ve tüm gece masada oturmak kadar keyifsiz olurdu, kursakta kalırdı. Bundandır ki ikinci porsiyon söylendi. Kıvam enfes, tat tarifsiz, koku benzersiz... Kaburgalar ise hunharca hazırlanmıştı. Kaç tane olduğunu dahi saymadığımız kaburgaları yemeğe başladıktan sonra, 4. kaburgada zaten zirveye ulaşıldı, haz çoktan alındı. G-8 değil, etin zirvesi yaşandı. Genelde kemiğin etrafında 0.0001mm kalınlığında et ve yağ görmeye alıştığımız diğer modern kebapçı bozmalarının aksine, ete ve yağa kolayca doyduk. Kalan kaburgalar yenmese bile olurdu ama günahtır diyerek "gönülsüzce" bitirdik işte. Hem pirzolayı hem kaburgayı yerken, elimize aldığımız her parçada yeniden bir zevk aldık, yeniden bir tören gibi yedik, tekrar tekrar, kutlaya kutlaya. Toparlamak gerekirse; etlerin hepsi ayrı ayrı kendi sınıfının birincileriydi. Eğer isterseniz bizim tatmadığımız diğer kebap çeşitleri de mevcut; adana-urfa-fıstıklı-sebzeli-tavuklu gibi. Hatta kaşarlı kebaplarını çok methettiler ancak başka sefer yemek üzere anlaşıldı. Yani daha denenecek çok lezzet var, hem meze olarak hem et olarak.
Büyük keyifle yudumlanan rakılar, ayranlar, hatta yemeğin sonunda kola derken ve yemeğimiz çok güzeldi diye düşünürken, filmin son sahnesini atladığımızı anladık. Başımızda biten garsonun yoğun ısrarları sonucu, çocuğun önüne mama konur gibi bir anda önümüzde fırın helva ve atom bulduk.
Atom = muz, bal, fındık, kaymak karışımı! Fırın helva ise balıkçı klasiği olmasına rağmen emin olun hiç bir balık restoranı bunu böylesine güzel yapamıyor, ders niteliğinde adeta! Ne limona bulanmış ne helvası kalitesiz, %100 olması gereken fırın helva, kaynar halde. Ağza alındıktan kısa süre sonra ciklet etkisi yaratan madde; "fırın helva". Mutlaka deneyiniz.
Sanırız yemek bitti, biz de bittik. Yemek boyu süren ilgili ve güleryüzlü garson ve işletmecilerinin desteğiyle daha da keyifli bir yemek yedik. Ödenen hesap için ucuz diyemeyiz ama bugünün standartlarında normal ve eğer bizimle aynı keyfi alırsanız, aslında bu keyfin karşılığının altında bir rakam olduğu kanısına varabilirsiniz. Günümüzün altın kuralı bir daha kendini gösteriyor; "salaş her zaman işler".

2 yorum:

  1. 28 yıldır aynı aile tarafından işletilen Harbiye'deki Güler Ocakbaşı'nın müdavimleri, kuşaktan kuşağa artıyor. Bu ilginin nedenlerinin ba.ında da garsonlarının sıcaklığı, meze ve etlerinin lezzeti kadar hesabın makul olu.u geliyor.. Bugünlerde herkes birbirine, "Ne haber, işler nasıl?" diye soruyor. Yeme içme sektöründe bu soruyu yönelttiğiniz 10 kişiden sekizi, "Berbat. İşin içinden nasıl çıkacağız, bilmiyorum," yanıtını veriyor. Kuşkusuz her sektörün sancılı günler geçirdiği günümüzde yeme içme sektörünün de krizden etkilenmemesi söz konusu olamaz. Ancak buna rağmen bazı restoranların krize aldırış etmeden gayet iyi iş yaptığı görülebiliyor. Bunun mutlaka bir sırrı olmalı diye düşünürken, aklıma yıllar önce Kalamış Yelken Kulübü'nde biz gençlere sosyalleşmeyi öğreten, tanıdığım en iyi organizatör Mario Pari'nin öyküsü geldi. Bizim 'Sinyor' diye andığımız Bay Pari, 2. Dünya Savaşı patlak verdiğinde bu ülkede yaşayan herkes gibi kriz ortamından etkilenmişti. Ancak Tünel taraflarında bir taverna, Beyoğlu'nda bir lokanta açmış, zaman içinde gemilere de kumanya vererek savaş dönemini rahatlıkla atlatmıştı. Bizlere yıllar önce söylediği şu sözleri hiç unutmam: "Eğer yeni ayakkabı alacak paran yoksa yenisini almaz, pençe yaptırırsın; pantolonunun ağı erirse, ördürürsün. Ama karnın acıkırsa, mutlaka yemek yemek zorundasın. Yemekleri iyi, fiyatları çok makul, servis personeli güler yüzlü, ortamı da keyifli bir restoran açarsan, savaş yıllarında bile para kazanabilirsin, insanlar akın akın gelirler," derdi Sinyor. Bu sözlerin ne kadar da doğru olduğunu bir kez daha görüyorum; Sinyor Pari'nin formülünü uygulayan restoranlar günümüz zor koşullarında en az etkilenenler. Geçen hafta bir grup arkadaşla Harbiye'deki bir ocakbaşına gittik. Radyoevi'nin karşısında, Notre Dames de Sion lisesinin yanındaki sokaktan inerken, yokuşun ortalarında, solda bir köşe binada yer alan Güler Ocakbaşı'ydı burası. Bir restoran için hiç de uygun bir yer gibi görünmüyordu. Ancak eski bir binanın içindeki ocakbaşının üç katı da tıklım tıklım doluydu. Önceden rezervasyon yaptıran dostlarım, kebap ızgarasının yer aldığı giriş katında zorlukla bir masa ayarlayabilmişlerdi. Hemen masalara az tuzlu tulum peyniri ve tereyağı tabakları ile fırından yeni çıkmış, dumanı tüten sıcak sıcak pideler servis edildi. Karşımdaki ızgaranın üzeri silme etlerle kaplıydı. Bütün restoranın etleri burada pişiriliyordu ama içeride en küçük ızgara kokusu, duman hissedilmiyordu; havalandırma mükemmeldi. ÖNCE MEZE, SONRA SOHBET Restoranın yan tarafındaki mutfak kısmını ayıran vitrinli buzdolabında bakla, kereviz gibi zeytinyağlılar göze çarpıyordu. İsteyene şarap, ama masanın çoğunluğu için rakı; su ve buz kovası masanın başköşesinde yerini aldı. Salondaki müşterilerin çoğunu tanıdıkları belli olan garsonlar, bir anda masayı donattılar. Karışık salata, barbunya pilaki, patlıcan salata, yoğurtlu ezme, az acılı Gavurdağ salatası tabaklara aktarıldı, kadehler tokuşturuldu, ilk lokmalar midelerde altlık oluşturdu. Artık sohbet başlayabilirdi. Masalarda hemen her yaştan kadınlı erkekli müşteriler dikkati çekiyordu. Bu da mekânın eski bir geçmişi olduğunun göstergesiydi. Nitekim 1981'den beri aynı aile tarafından işletiliyormuş; dolayısıyla buranın en az iki kuşaktan müdavim kitlesi oluşmuş. Soğuk mezeler yavaş yavaş mideye indirilirken tabaklara birer tane fındık lahmacun bıraktı garson. İstanbul'da bu kadar iyi lahmacunu çok az yerde tadabilirsiniz.getirilmişti.

    YanıtlaSil
  2. Bizlere yıllar önce söylediği şu sözleri hiç unutmam: "Eğer yeni ayakkabı alacak paran yoksa yenisini almaz, pençe yaptırırsın; pantolonunun ağı erirse, ördürürsün. Ama karnın acıkırsa, mutlaka yemek yemek zorundasın. Yemekleri iyi, fiyatları çok makul, servis personeli güler yüzlü, ortamı da keyifli bir restoran açarsan, savaş yıllarında bile para kazanabilirsin, insanlar akın akın gelirler," derdi Sinyor. Bu sözlerin ne kadar da doğru olduğunu bir kez daha görüyorum; Sinyor Pari'nin formülünü uygulayan restoranlar günümüz zor koşullarında en az etkilenenler. Geçen hafta bir grup arkadaşla Harbiye'deki bir ocakbaşına gittik. Radyoevi'nin karşısında, Notre Dames de Sion lisesinin yanındaki sokaktan inerken, yokuşun ortalarında, solda bir köşe binada yer alan Güler Ocakbaşı'ydı burası. Bir restoran için hiç de uygun bir yer gibi görünmüyordu. Ancak eski bir binanın içindeki ocakbaşının üç katı da tıklım tıklım doluydu. Önceden rezervasyon yaptıran dostlarım, kebap ızgarasının yer aldığı giriş katında zorlukla bir masa ayarlayabilmişlerdi. Hemen masalara az tuzlu tulum peyniri ve tereyağı tabakları ile fırından yeni çıkmış, dumanı tüten sıcak sıcak pideler servis edildi. Karşımdaki ızgaranın üzeri silme etlerle kaplıydı. Bütün restoranın etleri burada pişiriliyordu ama içeride en küçük ızgara kokusu, duman hissedilmiyordu; havalandırma mükemmeldi. ÖNCE MEZE, SONRA SOHBET Restoranın yan tarafındaki mutfak kısmını ayıran vitrinli buzdolabında bakla, kereviz gibi zeytinyağlılar göze çarpıyordu. İsteyene şarap, ama masanın çoğunluğu için rakı; su ve buz kovası masanın başköşesinde yerini aldı. Salondaki müşterilerin çoğunu tanıdıkları belli olan garsonlar, bir anda masayı donattılar. Karışık salata, barbunya pilaki, patlıcan salata, yoğurtlu ezme, az acılı Gavurdağ salatası tabaklara aktarıldı, kadehler tokuşturuldu, ilk lokmalar midelerde altlık oluşturdu. Artık sohbet başlayabilirdi. Masalarda hemen her yaştan kadınlı erkekli müşteriler dikkati çekiyordu. Bu da mekânın eski bir geçmişi olduğunun göstergesiydi. Nitekim 1981'den beri aynı aile tarafından işletiliyormuş; dolayısıyla buranın en az iki kuşaktan müdavim kitlesi oluşmuş. Soğuk mezeler yavaş yavaş mideye indirilirken tabaklara birer tane fındık lahmacun bıraktı garson. İstanbul'da bu kadar iyi lahmacunu çok az yerde tadabilirsiniz. Üzerindeki harcı zengin, eti kaliteli, hamuru incecik ve çok lezzetliydi. Bu arada birbiri ardından etler servis edildi. Önce kuzu şiş geldi; anında silip süpürüldü. Sonra üç çeşit şiş köfte tabakları sofrada boy gösterdi. Biri tavuk eti, fıstık ve kaşar rendesiyle yapılmıştı şiş köftelerin... İkincisi kuzu eti, fıstık ve kaşarlı versiyonuydu. Ben genellikle köftede peynir kullanılmasını yadırgarım. Ancak her iki kebap da çok başarılıydı. Üçüncü şiş köfte ise yine kuzu satır kıyması ve yeşilliklerle yoğrulmuştu. Masamızda sakatat sevenler çoğunluktaydı. Ortaya birer porsiyon da ızgara kuzu böbreği ve koç yumurtası ısmarlandı. Gecenin ilerleyen saatlerinde, kimsenin bir şey yiyecek halinin kalmadığı sanılırken, fırında tahin helvası da sofrada yerini aldı ve şaşılacak şey, aynı helvadan üç porsiyon daha ısmarlandı. Ve nihayet sıra hesap ödemeye geldi. Deneyimli dostlarım, "Göreceksin, kişi başı 50 liradan fazla gelmeyecek," dediler, haklı çıktılar. Bahşişiyle birlikte kişi başına 50 TL'ye mükemmel bir ocakbaşı ziyafeti yaşamış oldum. Gelirken, bu dar sokakta, restoranın önünde bekleyen park görevlisine aracımı teslim etmiştim. Kalkmadan önce telsizle haber verildi. Ben kapının önüne çıktığımda, yokuşun alt taraflarında park edilmiş otomobilim de ayağıma kadar getirilmişti.

    YanıtlaSil